KİLİTLİ TEKERLER

Tarih ateşin bulunmasıyla başlıyor.

Kitaplar böyle yazmış doğru mudur? Hiç kimse bunun böyle olduğunu bilmiyor. Olympos dağından çalınan ateş ışık olmuş insan milletine. Katık yapmış etine, tadına varmış lezzetin.

Ateşle başlayan insanlık tarihi önce çok yavaş ilerlemiş. Toplayıcılık, avcılık ve karın doyurmanın ötesine geçememiş.

Tekerin icadı ile başlayan süreç hızla günümüze kadar uzanmış. Teker öyle hızla dönmüş ki insanoğlu yetişememiş dünyanın hızına. Önce takmış hayvanın arkasına. Yük taşımış, insan taşımış. Savaş arabalarında can almış teker.

Her dönüşünde yeni bir buluş, yeni umutlar vermiş dünyaya. Fabrika çarklarında dönmüş, otomobil olmuş, otobüs olmuş, tren olmuş. Bindiğimiz araçlarla sevenleri buluşturmuş, uzakları yakın etmiş yıllar boyunca.

Bilim binlerce yıl önce ateş ve tekerle başlayan serüvende her zaman en önde olmuş. Şehirler kurulmuş, insanları kendine çekmiş daha iyi yaşamak adına. Yıllarca taşınmış insanlar yeni umutlarla, yeni ufuklara. Bu taşınmalar bazen bir fotoğraf karesinde, bazen bir film şeridinde ulaşmış bizlere.

Fotoğraflar bir karedir ama çok şey anlatırlar. Sararmış bir albümde ya da bir sandık köşesinde. Bakınca bazılarında gülümseyen yüzler, bazılarında çekilen acılar ulaşır kalbimizin derinliklerine. Her fotoğrafın bir hikâyesi vardır aslında. Her yaşamın bir hikâyesi olduğu gibi.

Halil’in hikâyesi de Eskişehir garına giren trenle başladı. Birçok Anadolu insanının hikâyesi gibi başlamıştı her şey.

Kırşehir’in Kaman ilçesinden düşmüştü yollara. Ekmek derdindeydi. Bir hemşerisinin yanına gelmişti. Eskişehir ona iş ve aş olacaktı. Yanında sevdiği kadın, umutları ve üç beş parça eşyadan başka bir şeyi yoktu.

Önce iki göz bir odaya yerleştiler. Çok sürmedi Eskişehir Demiryolu Fabrikasında işe başladı. Köy hayatı bitmiş artık şehirli olmuşlardı. Cer atölyesinde akşama kadar çalışıyor, akşam gülümseyen gözlerle eve dönüyordu.

Onlar artık geleceğe umutla bakan bir aileydi.

Mutluluk herkese göre değişen bir kavramdır. Halil’in mutluluğu bir süre sonra daha da katlandı. Bir oğlu olmuştu, adını Murat koydu. Murat evin neşesi, Murat Halil’in biricik evladıydı. Gözü gibi titriyordu üzerine.

Murat yavaş yavaş büyüdü ve yaşama fotoğraf kareleri bırakmaya başladı. Bebekliği, çocukluğu, yürümesi, okula başlaması Halil için mutluluğun en güzeliydi. Halil’in işi dışında geçen tüm zamanı Murat'a aitti. Onun bir dediğini iki etmiyordu.

Bir yaz başlangıcında Halil eve bir bisikletle geldi. Murat'ın çok istediği bisiklet. Murat ilkokulu başarı ile bitirmiş ve tatil başlangıcında uzun süredir hayal ettiği bisikletine kavuşmuştu. Murat mutluydu ama Halil’in mutluluğu daha başkaydı.

Zaman yine aynı hızla akmaya devam etti. Yaz bitmiş Murat ortaokula başlamıştı.

Eskişehir kışa hazırlanıyordu. Sert olurdu kışı, kar günlerce kalkmaz, ayazına dayanılmazdı. Soğuğun acısı insan içine işlerdi. Soğuk üşütür, titretir, acıtır ama kalmaz ısınınca geçer. İş yerine gelen bir telefon geçmeyecek bir acı bıraktı Halil’in yüreğinde. Apar topar hastaneye koştu Halil. Acı haber onun tüm umutlarını yıkmıştı. Murat'a köprübaşında bir otomobil çarpmıştı. Umudu, geleceği, bir tanesi Murat yoktu artık.

Birkaç gün sonra karakoldan çağırdılar Halil’i. Tekerleği yamulmuş bisikleti verdiler eline. Eve doğru yürürken Sanki Murat'ı taşıyordu kollarında.

Sonrası Halil hiç konuşmaz oldu. Bir köşede Halil, bir köşede Murat'ın bisikleti. Günlerce baktı bisiklete, günlerce sustu, sustu..

Bir akşam yerinden kalktı. Bisikleti sırtına aldığı gibi çıktı evden. O günden beri önünden geçemediği köprüye geldi. Bisikleti köprünün demir korkuluklarına astı, zincirler doladı her yerine.

Nefes nefese kalmıştı, dayandı demir korkuluklara. Ellerinin arasından bir anahtar kaydı gitti, Porsuk çayının sularına doğru..

Sonra yürüdü gitti arkasına bakmadan.

Dünya dönüyordu yine aynı hızıyla. Duran şey ise Murat'ın bisikletiydi.

Koca bir kilit vurulmuştu tekerine.

Ve sokak lambalarının ışığında, kar yağıyordu Eskişehir üzerine..

Yorumlar