Depozito
Abone olBir gün adamin biri telekiz ile besyüz dolara anlasir.
ve geceyi beraber geçirirler. ancak sabah olup sira parayi ödemeye
gelince, adam cebinde yeteri kadar para olmadigini anlar. telekiza
parasi olmadigini, isyerine vardiktan sonra parayi zarfla
gönderecegini söyler. kiz da kabul eder.
adam zarfin üzerine daire kirasi yazacagini söyler. adam isyerine
vardiktan sonra parayi hazirlarken aslinda gecenin o kadar da iyi
geçmedigini, bekledigi kadar da eglenmedigini düsünür. ve kadina
besyüz dolar yerine ikiyüzelli dolar göndermeye karar verir. zarfin
üzerine daire kirasi oldugunu belirttikten sonra içine de söyle bir
not ilistirir.
-‘hanimefendi size besyüz yerine ikiyüzelli dolar yolluyorum. çünkü
ben; dairenizin daha önce hiç kullanilmamis oldugunu düsünmüstüm ve
dairenizin daha küçük oldugunu saniyordum… ayrica dairenizin isitma
sistemini de hiç begenmedim. daha sicak olmasini bekliyordum’ ve
zarfi kurye ile yollar.
kadin zarfi açtiginda paranin eksik oldugunu ve yanina bir not
ilistirilmis oldugunu görür. notu okudugunda hemen cevap olarak
sunu yazar;
-‘beyefendi böylesi güzel bir dairenin daha önce kullanilmamis
olabilecegini nasil düsünürsünüz. aslinda daire hiç de büyük degil.
sizin, dairenin içini dolduracak kadar esyaniz olmadigi için size
büyük gözükmüs olabilir. ayrica isitma sistemi de iyidir ancak siz
ateslemeyi beceremediyseniz ben ne yapabilirim.
not: zaten siz uyurken daire depozitosu olan 1000 dolari cebinizden
ödünç almistim. kira tam ödenmediginde depozito ev sahibinde
kalir.
iyi günler’
BONUS FIKRA
Temel Uzaya Giderse
Temel Marsa gidecek ilk astronottur . 10 milyar dolarlık muhteşem bir uzay gemisi ile giden Temel’den dönüşe dek haber alınamayacaktır . Temel 10 yıl sonra geri döndüğünde flaşlar patlar , herkes merakla etrafını sarar :
– Marsta hayat var mı ??? Temel omuzlarini silker :
– Yok … Bilim adamları , basın ve tüm dünya hayal kırıklığı içindedir . Temel’i uçağa bindirip Trabzona uğurlarlar . Aksam evinde ailesi ile TV ‘den kendi dönüşünü seyreden Temel’in oğlu sorar :
– Buba yahu hakikaten Mars ‘ta hayat yok muydu ?” Temel yine omuzlarını silker :
– Haçan saat 11 dedin miydu bütün tükkanlar kapaniyi ! Sen puna hayat mi diysin ?
Oksijen
78 Yaşındaki bir adam ufak bir kriz geçirir ve hastaneye gider. Durumunun düzelmesi için 24 saat boyunca oksijen verilen adam çok daha iyi hissetmeye başlar.
Durumun düzeldiğini gören doktorlar 2000₺ civarındaki faturayı
getirince adam ağlamaya başlar.
Adamın durumuna üzülen doktor “ağlamana gerek yok, taksitlede
ödeyebilirsin” der.Adam ise mesele para değil nakit öderim
ücreti.Asıl mesele şu ki siz bana sadece 24 saat oksijen verdiniz
ve bunun için 2000₺ istiyorsunuz.
Bana 78 yıldır oksijen veren Yaradana borcumu nasıl ödeyeceğim onu bilmiyorum der…
Nefes alıyorsan şükret nefsim. İnsanoğlu havayı bile parayla satarken sana sınırsız nimet veren Mevla ne büyük ne cömerttir…
Yaşlı kadın
BU YAZIYI UMARIM OKURSUNUZ..!!
Yaşlı kadın, usulca odasından çıktı. Salondan torunu ile gelinin
sesleri geliyordu:
“-Oğlum, sofra hazır, çorbanı koydum; haydi gel de soğutmadan ye!..”
Salonun en kuytu yerine geçti, yerde kendine ait köyden getirdiği minderin üzerine oturdu. Çocuk, babaannesini görünce:
“-Babaanneciğim, gel beraber yiyelim!..” dedi.
Yaşlı kadın mânidâr bir şekilde iç çektikten sonra:
“-Evin erkeği gelmeden akşam sofrasına oturulmaz. Hele babanız gelsin, beraberce yeriz inşaâllah!” dedi.
Evin gelini:
“-Aman anneciğim, eskidenmiş onlar!.. Şimdi acıkan yemek sofrasına oturur, o da gelince yer.” dedi. Yaşlı kadın:
“-Kızım, nasıl insanların bir edebi, hayâsı, iffeti varsa, evlerin de iffeti ve edebi vardır.”
Torunu dayanamayarak alaycı bir tavırla söze karıştı:
“-Yaa babaanne, neymiş bu evlerin iffeti… Anlat bakalım, merak
ettim!..” dedi.
Yaşlı kadın söze başladı:
“-Biz küçükken annelerimizden önce babalarımızın karşısında edepli
oturmayı öğrenirdik. Evde babamız, annemiz varken ayağımız uzatıp
oturmaz, büyüklerimiz konuşurken söz hakkı verilmedikçe söze dâhil
olmazdık. Büyüklerimiz odaya girdiğinde hemen toparlanır, kalkıp
onlara oturmaları için yer verirdik. Aslâ babamız sofraya oturmadan
sofraya el uzatmazdık.
Babamız gelir, «Besmele» çeker, «Haydi buyurun.» derdi. Huzurla hepimiz başlardık yemeğe… Sonunda da sofra duâsını kardeşlerimiz aramızda sıra ile okurduk. Hiç âilece yenen yemek kadar lezzetli yemek olur mu? Bu sofranın edebidir, yavrum!..”
Torunu:
“-Bu kadar baskı karşısında depresyona girmez miydiniz
babaanneciğim!” dedi.
“-Hayır, yavrum bizim zamanımızda saygı olduğu için sevgi hep bâkî kalırdı. Sevgi var oldukça da hiç depresyona giren olmazdı. Yemekler lezzetli, uykular dinlendiriciydi. Biliyor musun? Ben depresyon kelimesini ilk defa burada duydum, hattâ köyümüzde bir tane akıldan mahrum birisi vardı, «Deli İbram» derlerdi.
Vallahi, o bile o kadar mutluydu ki, anlatamam. Akşama kadar sokakta çocuklarla oynar, acıkınca bir kapıyı tıklatır; «Aba acıktım, aba su ver!» derdi. Hangi kapıyı çalsa, boş çevrilmezdi. Berber saçları uzadıkça tıraş eder, hamamcı arada yıkardı.
Cumaları esnaf elinden tutar, namaza bile götürürlerdi. Yani hiç
kimse onu dışlamazdı..
Şimdi hiçbir şeye saygı kalmadı. Bak evlere bile saygı yok bu
şehirde! Herkes akşam olduğu hâlde perdelerini örtmemiş, bütün
evlerin içi görünüyor, ama kimse utanmıyor. Biz daha hava kararmaya
başlamadan kalın perdelerimizi çeker, ondan sonra evin ışıklarını
yakardık. Hattâ perde kapalıyken üzerimizi değiştirmeye edep eder;
ışığı söndürür, yere çömelir öyle üzerimizi değiştirirdik.
Gölgemizin bile dışarıdan görünebileceğini düşününce yüzümüz
kızarırdı.”
Bu sırada gelini, oturduğu yerden kalktı, mahcup bir edâ ile salonun perdelerini çekti.
“-«Evin edebi, önce perdesinin çekilip çekilmediğinden belli olur.» derdi büyüklerimiz…
Evler, kocaman duvarlarla çevrilmiş avluların içinde olduğu hâlde hiç kimse iç çamaşırlarını ulu orta asmazdı, ev ahâlisinden bile edep ederlerdi. Ben daha küçükken giydiğim şalvarı en ön ipe asmışım, hemen anam gelip; «Kız, baban bugün avluya çıktı, senin şalvarın asılı idi, utancımdan yerin dibine girdim. Bir daha öyle ortaya asma, çamaşırların en arkasındaki ipe as!.. Üstüne uzun bir tülbent ört, sonra mandalla…
Altında ne olduğu görünmesin!.. İffetimiz, edebimiz bir giderse, ortada îmanımız kalmaz!..» dedi. Tabiî ben 12 yaşlarındaydım, annem bunları bana söylerken ben yerin dibine girdim. Şimdi öyle mi? Geçende bir nefes alayım diye balkona çıktım, karşı komşu, bütün çamaşırları asmış uluorta, ben utancımdan hemen içeri girdim.
Bugün yemekler dışarıda yeniyor, «göz hakkı» oluyor, kimse umursamıyor. Çarşı pazardan alınanlar şeffaf poşetlerde eve geliyor; alan var, alamayan var. Göz hakkı, kıskançlık oluyor bu yenenlerde…
Hiç şifâ olur mu yavrum? Bizim Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, «Yemeğinizin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz.» buyuruyor. Bugün kokuyla, gösterişle çevredekilere hep ezâ veriliyor. Tabiî ki yenilenler içinize sıkıntı veriyor. Sonra da «depresyon» diye diye doktorlara gidiliyor.
Evin bir edebi daha vardır ki, en önemlisi de budur herhalde… Evin içinde yaşananlar, aslâ dışarıda anlatılmaz; yenenler, içilenler, muhabbetleşmeler, kavgalar… Bu da evin iffetinden sayılır ve hiç kimseye anlatılmazdı.
Bu yüzden problemler ev içinde kolaylıkla çözülürdü. Zaten
Peygamberimiz de özellikle karı-koca arasında olanların etrafa
yayılmasının ne büyük bir günah olduğunu hep hadislerinde
anlatıyor, değil mi Leylâcım!..” dedi gelinine… Leylâ mahcup bir
şekilde:
“-Evet anneciğim.” diyebildi.
Torunu:
“-Babaanneciğim, şimdi facebook diye bir şey var; insanlar gittikleri lokantalarda yedileri şeylerin fotoğrafını çekip binlerce kişiye gösteriyorlar!..”
“-Aayy ne ayıp… İnsan hiç yediğini söyler mi?”
“-Âh anneciğim, her hâllerinin fotoğrafları var. Gezdikleri yerlerin, yedikleri yiyecek-içeceklerin, aldıkları eşyâ ve kıyâfetlerin, hattâ beylerinin aldığı çiçekleri üzerinde yazdıkları notlarla paylaşıyor insanlar…”
“-Yavruuum, sen neler diyorsun? Kıyamet koptu kopacak desene… Evler çırılçıplak kaldı desene…” dedi gözyaşları içinde anlatmaya devam etti:
“-Biz beylerimizle yan yana yürümeye ar edinirdik; dul kalanlar var, evlenemeyenler var. Onların gönül yaralarına tuz basmayalım diye, beylerimizin bir adım gerisinden yürürdük… Şimdi kavgalar ortada, sevmeler ortada…
Tabiî ki, hiç mahremiyet kalmayınca samimiyet de kalmıyor. Evin bereketi, büyüklere saygıdadır. Evin iffeti, örtülen perdedir. Sevginin iffeti, gizliliktedir. Gözün iffeti, göz kapaklarındadır. Bedenin iffeti, tesettürdedir. Utanma, hayâ, îmandan bir şûbedir. Bakın size, benim annemin anlattığı bir hikâyeyi anlatayım.
Hikâye dedimse, adı hikâye… Aslında bir hadîs, hadîs-i kudsî hem de… Yani mânâsını Allâh’ın Peygamber Efendimize haber verdiği, sözlerini ise Peygamberimizin kendi sözleriyle ifade ettiği bir hadis…
Bu hadîs-i kudsîye göre:
“Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselâm’ı yarattığı vakit Cebrâil
aleyhisselâm ona üç hediye getirdi: İlim, hayâ, akıl. Ona dedi ki:
«Ya Âdem!.. Bunlardan dilediğini seç!..»
Âdem aleyhisselâm aklı tercih etti. Cibrîl aleyhisselâm hayâ ve
ilme, makamlarına dönmelerini emretti. Hayâ ve ilim dediler ki:
“-Biz, âlem-i ervâhta (ruhlar âleminde) hep beraber idik.
Birbirimizden aslâ ayrılmayız. Ruhlar cesetlere girdikten sonra da
aynı şekildedir. Ve akıl nerede olursa, biz ona tâbî oluruz.
Cibrîl aleyhisselâm da öyle ise yerlerinize yerleşin!..” diye
emretmekle akıl dimağda, ilim kalpte, hayâ da gözde yerleşti.”
İşte bu hadîs-i kudsîde de anlatıldığı gibi, hayânın makamı gözdür. Bu yüzden hem gözümüzü korumak önemlidir, hem de göze hitâp eden şeyleri kontrol altında tutmak…”
Gelini:
“-Haklısın anneciğim, biz iffetimizi kaybettikçe buhranlarımız
arttı.” dedi.
Torunu kaşığı sessizce bırakıp:
“-Ben babam gelince yemeğe başlayacağım, anneciğim!” dedi.
Babaanne de söylediklerinin evlatları üzerindeki tesirini görünce
sessiz bir şekilde Allâh’a hamd etti.
okuduysanız beğenin, paylaşın lütfen mutlaka arkadaşlarınızda görsün..!