Anasayfa /  Kültür sanat

İsimsiz bir casusun hikayesi

1977 yılında Johanna van Haarlem, 33 sene önce bebekken terketmiş olduğu oğlunun izini buldu. Hollanda'dan hemen yola çıkıp onunla buluşmak için Londra'ya geldi. 

Abone ol
Abone ol 07 Ocak 2017 23:00

1977 yılında Johanna van Haarlem, 33 sene önce bebekken terketmiş olduğu oğlunun izini buldu. Hollanda'dan hemen yola çıkıp onunla buluşmak için Londra'ya geldi. 

11 yıl sonra, 1988 yılının Nisan ayında soğuk bir Cumartesi sabahı polislerle dolu bir minibüs Erwin ven Haarlem'in Kuzey Londra'daki evinin önüne park etti. 

Sanat eseri alım satımıyla uğraşan 44 yaşındaki Erwin van Haarlem Londra'nın sakin sessiz bir mahallesi olan Friern Barnet'te, bir apartman dairesinde yaşıyordu. 

İngiliz iç istihbahat servisi MI5 komşularının "tuhaf biri" diye tanımladığı Hollandalı'nın aslında masum bir sanat eserleri taciri değil, sinsi bir casus olduğundan kuşkulanıyordu. 

İçerde hala pijamalarıyla oturan ama saçını güzelce yana ayırıp taramış olan Van Haarlem, radyosunun üzerine kapanmıştı. 

Her sabah olduğu gibi yine kulaklıklarını takmış radyosunu gizemli bir istasyona ayarlamıştı. Bu istasyonda bir kadın sesi kulağına Çekce rakamlar fısıldıyor, onu bir mors alfabesi mesajı izliyordu.

Saat 09:15 olduğunda, özel tim polisleri ve Londra Emniyet Müdürlüğü terörle mücadele timleri kapıyı kırıp Van Haarlem'in dairesine girdiler. Van Haarlem radyosunun antenini kapatmaya çalıştı ama anten takıldı. Van Haarlem bu kez bir çekmece açıp içinden bir mutfak bıçağı kaptıysa da "Yeter yeter, oyun bitti!" diye haykıran bir polis memuru tarafından derdest edildi. 

Resim sehpaları ve tabloların arasında polis bir kalıp sabunun içine saklanmış mini şifreleme listesi, ne işe yaradığı bilinmeyen bazı kimyasal maddeler ve daha sonra görünmez mürekkeple yazılmış mesajlar içerdiği farkedilen bir otomobil dergisi buldu. 

Van Haarlem'in Hollandalı olmayıp, İngiltere'nin Soğuk Savaş'taki rakibi Sovyetler Birliği adına casusluk yapan biri olduğunu düşünüyorlardı. 

Londra'nın merkezindeki bir polis karakolunda parlak ışıklar altında ifadesi alınan Van Haarlem, ısrarla "Ben masumum" diyordu. 

10 gün sonra çok tuhaf bir şey oldu: Gözaltındaki şahsın annesi olduğunu iddia eden biri çıkageldi. 60'lı yaşlarının başlarında Hollandalı bir kadın, Johanna van Haarlem, dev gözlüklerinin arkasından polislere bakıyor ve oğlunun bir casus değil, işinde gücünde bir Hollandalı olduğunu anlatıyordu. Onu 1944'te terketmiş ama 11 yıl önce yeniden bulmuştu. Kafası iyice karışan polisler Van Haarlem'in oğluyla görüşmesine izin verdiler. 

"Anlat bana. Garip garip şeyler söylüyorlar" dedi, "Casus değilsin sahiden değil mi?" diye sordu Johanna. 

Van Haarlem kadına dönüp "Genellikle 'Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" derler ama bu kez öyle değil. Çok duman var ama ateş yok. Asla İngiltere'ye zarar verecek bir şey yapmadım" dedi. 

Johanna derin bir nefes aldı "Peki neden? Neden oluyor bunlar?" diye sordu. 

Van Haarlem, "Bana değil onlara sor" dedi. 

Ama o anda Johanna'nın kolundaki küçük enjektör izini gördü. 

İçişleri Bakanlığı laboratuvarlarında yapılan DNA testlerinin sonucu geldiğinde Johanna ile oğlu olduğunu düşündüğü Van Haarlem arasında hiç bir akrabalık olmadığı ortaya çıktı. Johanna Van Haarlem sonucu duyunca gözyaşlarına boğuldu. Dünyası yıkılmıştı.

6 Şubat 1989'da Londra'daki Old Bailey Mahkemesi'nde savcı Roy Amlot jüriye, sanığın, Johanna van Haarlem'in terk ettiği oğlunun kimliğini çaldığını söyledi. 

"Bütün bu yıllar boyunca bu gerçeği bilerek ondan gizlemesinin zalimce olduğunu düşünebilirsiniz" diyordu. 

Dava basından büyük ilgi gördü. Daily Express Van Haarlem'i "Gizli şifreler ve mesaj bırakma noktalarıyla yaşanan bir dünyaya ait takım elbiseli eski moda bir ajan" diye tanımlamıştı. 

Bir takım egzotik ve güzel kadınlar ortaya çıkıp casusla yaşadıklarını öne sürdükleri aşkları anlattılar. Fakat tanık sandalyesine oturanlar içinde durumu en acı olan, Johanna van Haarlem'di. 

4 Mart 1989'da hakim Erwin ven Haarlem'i casusluktan 10 yıl hapis cezasına mahkum etti. 

Scotland Yard'dan bir polis yetkilisi bir gazeteciye "Muhtemelen Old Bailey'de takma isimle yargılanan ilk kişi oldu" demişti. Gazeteci van Haarlem'i "İsimsiz casus" diye tanımlamıştı. Gerçekten de Van Haarlem ya da o ismi kullanan kişi sırlarını kendisiyle beraber hapishaneye götürdü. 

Aylar süren pazarlıklar ve defalarca suya düşen buluşmalardan sonra sonunca Erwin van Haarlem ile 2016 yılının bir ilkbahar günü Prag'da bir araya geldim. 

Casuslar ketumluklarıyla tanınır malum. Van Haarlem de özgürlüğüne kavuştuğundan bu yana 23 yıldır sessiz sakin bir hayat sürmüştü. 

Çek polis muhabiri Jaroslav Kmenta vasıtasıyla tanıştığım Van Haarlem Prag'ın Eski Şehir Meydanı yakınlarındaki bir lokantadaki buluşmamıza şık bir mavi takım elbiseyle geldi. Kimliğimi dikkatle kontrol ettikten sonra aksanlı bir İngilizce ile hikayesini anlatmaya başladı.

Hikaye 23 Ağustos 1944'te başlıyordu. Vatzlav Jelinek Modray, o tarihte Prag yakınlarındaki küçük bir köyde doğmuştu. Babasının, komünist iktidar iş başına gelinceye kadar, bisküvi ve dondurma sattığı küçük bir dükkanı vardı. 

Büyüdü ve Soğuk Savaş'ın tırmanışa geçtiği yıllarda, zorunlu askerlik hizmetini yapmak üzere başvurdu, Çekoslovakya İçişleri Bakanlığı'nda konuşlandırıldı. Giderken kahramanlıklar ve heyecanlarla dolu bir askerlik hayal etmişti ama şansına çıka çıka sıkıcı devriye nöbetleri ve hammaliye işler çıkmıştı. 

Bir gün karda nöbet tutacağı yerde Almanca çalışırken üstlerine yakalandı. Onu yukarıda bir odaya götürdüler. Disipline çıkacağını düşünmüştü. Ama orada Çekoskovakya Gizli İstihbarat Servisi Statni Bezpecnost'tan (StB) iki kişiyle tanıştırıldı. Bu, doğrudan Sovyet gizli servisine bilgi aktaran bir teşkilattı. 

StB ajanları Jelinek'in dosyasını incelemiş ve onun çapkın, çok zeki, şiddete yatkın, vatansever ve risk alabilen bir kişi olduğunu, kısacası bir casusta aranan en mükemmel özelliklere sahip olduğunu keşfetmişlerdi. Titiz bir eğitimden geçirildi ve Batı'da casusluk yapmaya hazır olduğuna kanaat getirildi. 

Teşkilat, elindeki kayıp kişilerin dosyalarını taramış ve Jelinek'e sahte bir kimlik de bulmuştu. İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Prag'daki bir yetimhaneye bırakılan Hollandalı bir çocuk, Erwin van Haarlem, tam da Jelinek'den bir gün önce doğmuştu. 

"Bundan böyle senin adın Erwin van Haarlem" dediler.

Hollanda pasaportu almak için başvurdu, aldı da ve 1975'te Londra'ya gelmek üzere yola çıktı. 

Prag'da büyümüş biri için Londra trafiği, modası ve tehlikeleriyle tamamen yabancı bir kentti. Mayfair'deki Park Lane Hilton otelinin terasındaki restoranda bir iş buldu. 

Geceleri ana vatanıyla radyo üzerinden şifreli mesajlar alıp veriyordu. İlk fikirlerinden biri Kraliçe'nin eşyaları arasına dinleme cihazları yerleştirmekti fakat hem kendisi hem de üstleri zaman içinde bu planın teknik olarak gerçekçi olmadığını anlamışlardı.

Gizli kariyerini 1977'ye kadar güzelce götürmüştü. Fakat o yıl Prag'dan huzurunu kaçıran bir mesaj geldi:

"ANNEN SENİ KIZILHAÇ'IN YARDIMIYLA ÇEKOSLOVAKYA'DA BULMAYA ÇALIŞIYOR. KIZILHAÇ SANA ULAŞIRSA, BULAŞMAYI KABUL ET." 

Ekim ayında da Johanna van Haarlem'in el yazısıyla bir mektup aldı. Hollanda büyükelçiliği adresini vermiş, o da yazmıştı. Onu bulduğu için çok heyecanlıydı. 

Kendisine verilen talimat doğrultusunda, casus van Haarlem Kasım ayında nazik bir mektupla cevap verdi ve fotoğraflarını da iliştirdi. 

Mektuba "Sevgili anne" sözleriyle başlamıştı. 

Onun nazik davetini alan Johanna van Haarlem hemen yola çıktı.

Johanna 1 Ocak 1978'te Londra'nın batısında kaldığı otel odasında aşırı heyecanla erken uyandı. Yeni yıl kutlamalarının izleriyle dolu sokaklara çıktı.

Biran önce oğlunun adresine ulaşmak istiyordu. Ama çıkar çıkmaz karşı kaldırımda bekleyen tanıdık yüzlü bir genç adam ona "Bayan van Haarlem?" diye sordu. 

"Evet?" dedi.

"Merhaba anne, ben sizin oğlunuzum." 

Sokağın ortasında kucaklaştılar. Johanna geri çekilip ona bir daha baktı. Gözyaşları yanaklarından aşağı dökülüyordu. 

"Babanın saçları bu kadar koyu değildi" dedi onu inceleyip. Babasından daha kısa olduğunu da söyledi. 

Van Haarlem'in kaldığı daireye gidip bir şampanya patlattılar ve Johanna ona hayatını anlattı. 

La Hey'de büyümüştü. 18 yaşındayken, 1943'te bir trende, babasıyla tanışmıştı. 23 yaşında bir Polanyalı olan Gregor Kulig, Naziydi. Yakışıklıydı da.

Dört hafta sonra birlikte gittikleri bir partide ona tecavüz etmişti.

Sonra babası, annesinin hamile olduğunu öğrenince, "Sen bir günahkarsın" demişti. Çocuğu alıp uzaklara götürmesini ve başkalarına vermesini söyledi.

Üzgün ve çaresiz Johanna 1944'ün sonbaharında trenle Çekoslovakya'ya gitti. Orada bebeğiyle bir süre geçinmeye çalıştıysa da başaramadı ve sonunda Prag'daki Holesovice yetimhanesine gitti. Erwin'i öpüp vedalaştıktan sonra orada bıraktı ve Hollanda'ya döndü. 

Yahudi olan babası ailesini koruyabilmek için Nasyonal Sosyalist Hareket'e katılmıştı. Evde çocuğun yetimhaneye teslimine ilişkin belgeleri yok etti ve onu oğluyla ilgili konuşmaktan men etti. 

Yıllar içinde yetimhaneden Johanna'ya çocuğunu geri alabileceğine ilişkin onlarca mektup geldi. Johanna bunlara cevap vermedi. Ama her yıl onu doğurduğu gün sessizce onu nasıl andığını anlattı ona. 

Şimdi onu yeniden bulmuştu. Şampanyalarını bitirdiler, Van Harleem Johanna'nın ellerini avuçlarına aldı. 

"Bana inanmalısın. Oğlunum senin" dedi. 

Bu "duygusal" buluşmadan sonra Johanna Erwin'i Hollanda'ya Van Haarlem ailesiyle buluşmaya davet etti. 

1978 yılı başlarında Johanna'nın evine ulaşan casus, bütün aile ile birer birer tanıştı. Onu hayvanat bahçesinde bir hayvanı inceler gibi incelediler. Johanna'nın yeğeni Van Haarlem'e iyice yaklaşıp yakından baktı. Anlamış mıydı?

"Van Haarlemlerden güzel bacaklarını almış" dedi aileye dönüp, onaylayan bir edayla.

Londra'da Hollandalı Musevi bir annesi olması Van Haarlem'in kimliğiyle ilgili hikayesini daha da güçlendirmişti. 

Bir ajan olarak işi, göç etmek istemelerine rağmen Sovyetler Birliği'nde tutulan ve Soğuk Savaş'ın pazarlık unsurlarından biri haline gelen Refusenik'lek hakkında bilgi toplamaktı. Ayrıca NATO güçlerini Sovyet denizaltılarına karşı uyaran su altı sona zincirleriyle ilgili de kıymetli bilgiler edinmişti. 

İngiltere'nin önde gelen savunma muhabirlerinden Kim Sengupta daha sonra Van Haarlem'in bu dönemin "derine nüfuz etmeyi başarmış çok başarılı bir ajanı" diye tanımlayacaktı. Bu ülkede faaliyet gösterdiği yıllar içinde Britanya Donanma Denizaltı Araştırma Birimi'ne bağlı Polaris denizaltı üssü ve bunun gibi bir dizi hassas askeri tesisi ziyaret etmişti. 

Bütün bu başarılı istihbarat çalışmaları nedeniyle Van Haarlem'e Prag'da onuruna düzenlenen bir törenle Sovyetler Birliği kahramanlık madalyası verilmişti. 

Erwin "annesi" Johanna'ya bir çok hediye aldı, kıymetli vazolar, yakut taşlı altın bir yüzük... Fakat aslında içten içe bu "sahte" anne senaryosundan sıkılmaya başlıyordu. Onun zihninde Johanna bir Nazi, bir faşistti. Yabancı askerlerle işbirliği yapmıştı. 

Bir keresinde kız arkadaşıyla Hollanda'ya Johanna'yı ziyarete gitti.





Gittikleri bir restoranda halk müziği çalıyor ve herkes dansediyordu. Johanna da kalkıp dansetti. Oradaki bir adam onu dans pistinde döndürüyordu. Birdenbire casus Johanna'yı genç bir kız iken Nazi askerleriyle dansederken görür gibi oldu. 

İçinden kör bir nefret kor gibi kabardı. "Yine aynı şeyi yapıyor" diye düşündü. "Hiç değişmiyor. Ve 60 yaşında!" Bir başka adam Johanna ile samimi bir şekilde dansederken kenardaki arkadaşına manidar bir şekilde göz kırkmıştı. Van Haarlem iyice delirdi. 

Bir süre sonra Londra'ya döndüğünde bir gün Van Haarleem'in telefonu acı acı çaldı. Evinin huzurlu sessizliği delinmişti sanki. Yataktan fırladı ve saate baktı. Gecenin üçüydü. 

"Canım oğlum, elimde değil, sesini duymak istedim" diyordu Johanna peltek bir dille. Van Haarlem "Çok içmiş yine" diye düşündü. Johanna, "Evimi satıp Londra'ya geleyim. Beraber yaşayalım" diyordu. 

"Neden moralinin bozulduğunu çok iyi anlıyorum anne" dedi. "Tabi ki birlikte yaşamak şahane olur. Özellikle de kader geçmişte bizi bundan bu kadar mahrum etmişken. Bak ne diyeceğim? Gel şimdi uyuyalım ve bunu düşünelim. Yarın seni arayacağım." 

Telefonu kapattı ama uykusu kaçmıştı bir kere. Johanna'nın davranışları giderek daha çok huzursuz etmeye başlamıştı onu. Fakat yapabileceği fazla bir şey de yoktu.

1986'da bir sonbahar akşam üzeri Van Haarlem araba kullanırken, iki aracın kendisini yakından takip ettiklerini görmüş, casusluk eğitiminde öğrendiği manevraları yaptıklarını farketmişti. 

"Birini takip ediyorlar" diye düşündü önce, sonra jeton düştü: "Seni takip ediyorlar salak herif!" dedi kendi kendine. 

Artık Hilton'daki ilk işini bırakmış kendisine sanat eserleri alıp satan biri olarak iş kurup Friern Barnet'teki gösterişsiz daireyi peşin parayla satın almıştı.

Burası bir casusluk hikayesinin geçeceği en son yerlerden biri olarak düşünülebilirdi ama kısa süre içinde birden gizemli bir hareketlilik başladı. 

Telefonunu tamir etmeye gelen teknisyen, yeni postacı ve her hafta camlarını temizleyen çalışkan cam siliciler hayatına girmeye başladı. 

Gariplikleri farkeden tek kişi Van Haarlem değildi. 

Komşularından 61 yaşındaki Bayan Saint, 1987 Kasımında polisi arayıp her gece 21.20 sularında televizyonunun yayınına mors alfabesine benzer sesler karıştığını söylemişti. 

Sonunda 1988 Nisan'ında o gizemli minibüs Van Haarlem'in evinin önüne parketti. 

Johanna Van Haarlem onun tutuklandığnı BBC radyosunun haberlerinden duydu. Evine gelen dedektifler cususun davasında tanıklık etmesini istediler. 

"Mahkemede göz göze geldiğimizde canım yandı. Onda hiç bir pişmanlık, hiçbir sıcaklık, hiçbir şey yoktu" diyordu. Hala bir yanı umarsızca oğlunun kendisine sevgi göstermesini bekliyordu. 

Van Haarlem, casusluktan mahkum olup Isle of Wight'daki Parkhurst hapishanesine gönderildi. Beş yıl sonra, Soğuk Savaş geride kalıp bir de açlık grevi yaptıktan sonra serbest bırakıldı ve sınır dışı edilerek artık Çek Cumhuriyeti olan ülkesine gönderildi.

Ona, "Johanna'ya acıdığın oldu mu hiç?" diye sordum.

"Hiçbir şekilde acımadım" dedi. 

"Herşeye karışan ve yönetmek isteyen biriydi ve ona tahammül etmem gerekiyordu. Bazen ona artık dayanamayacağımı hissediyordum" derken aslında bir anne-oğul ilişkisi tarif eder gibiydi. 

Hapishane hücresinde geçirdiği beş yıl boyunca bir şeyi anlayamadığını söyledi. 

Johanna'nın onu nasıl bulduğuyla ilgili sözleri kafasını karıştırmıştı. Johanna hiç sorulmadan "Seni sadece kendim istediğim için arayıp buldum" demişti ilk buluşmalarında. 

Bunun garip olduğunu düşünüyordu. 

Johanna'nın annelik içgüdülerinin, kendisinin Hollanda pasaportu almasından bir kaç ay sonra canlanması bir tesadüf müydü? 

Acaba onu oğlunu bulmaya teşvik eden başkaları da olmuş muydu? 

Johanna Van Haarlem 2004 yılında öldüğünden bu sorunun yanıtını hiç bulamayabiliriz. Fakat, casus Jelinek'in bir teorisi var. 

"Biz onun İngiliz gizli servisi MI5 veya Hollanda istihbarat servisi ile ilişkide olduğunu düşündük" diyor. 

Johanna gerçekten bir casus muydu?

Bu, pek muhtemel görünmese de Soğuk Savaş'ın tuhaf ve yanıltıcı dünyasının sürprizlerinden biri olması da imkansız değil. 

Bu hafta yayımlanan @JeffMaysh 'in kaleme aldığı "İsimsiz Bir Casusun Hikayesi"kitabında anlatılanlardan uyarlandı. (Amazon Kindle Singles),

Van Haarlem fotoğrafları Jaroslav Kment'nin izniyle kullanıldı.

bbctürkçe


Yorumlar