Her gün biraz ölür gibi yaşa…

 İnsan tanımlama ihtiyacı duyar. Tanımadığımız, tanımlayamadığımız, anlamadığımız her şey bizi ürkütür. Karanlıkta bir ses duyduğumuzda sesin kaynağını ararız. Kapımız çaldığında kapıdakinin sesi bildik değilse kapıdaki hakkında yeterince emin olmadan kapıyı açmak istemeyiz. Elektronik bir cihazı almadan önce çok detaylı araştırma yapar,  kullanma klavuzundan yardım almadan çalıştırmayız. Böyle yaratılmışız. Anlamlandırma ihtiyacımız var. Bu ihtiyaca kendimizi anlamlandırma, kendi hayatımızın anlamını bulma ve gerekirse yıkıp yeniden inşa etmek de dahil.

Ancak kendimizi kendi içimizden göremeyiz. Göz kendini göremez.. Aynaya ihtiyacımız var. Aynalara.. Bizim dışımızda bize bakan gözlere ihtiyacımız var. Var olduğumuzu hissetmek için diğerleri tarafından duyulmaya ihtiyacımız var. 

 Dövüş Kulubü izlediniz mi? Ya da kitabını okudunuz mu? Edward uyuyamamaktadır ve doktoruna çok acı çektiğini söyler. Doktoru ona “gerçek acıyı görmek istiyorsa, kanserle mücadele edenleri, kemik erimesi hastalarını ve organik beyin bozuklukları olanları görmesini” söyler. Böylece farklı ölümcül hastalıkların dayanışma gruplarına ziyaret etmeye başlar, hastaymış ve her gün biraz ölüyormuş gibi. Roman okurken önemli yerlerin altını çizme alışkanlığınız varsa kitabınızda çokça iz bırakmış olmalısınız. Neyi neden yaptığını bilmiyor, sonra da ölüp gidiyorsun. İşte altını çizdiğim bir cümle.

 “Dayanışma gruplarını işte bu yüzden seviyordum. İnsanlar ölmekte olduğunuzu sanırlarsa, bütün dikkatlerini size veriyorlardı. Bugün sizi son kez görüyor olmaları gibi bir ihtimal varsa, sizi gerçekten görüyorlardı. Çek defterleriyle ve radyo şarkılarıyla ve dağılmış saçlarıyla ilgili her şey pencereden uçup gidiyordu. Bütün dikkatleri sizde oluyordu. İnsanlar kendi konuşma sıralarını beklemek yerine sizi dinliyorlardı. Ve konuştukları zaman da size hikayeler anlatmıyorlardı. İki kişi konuşurken aranızda bir şey kuruluyordu ve daha sonra ikiniz de öncekinden farklı oluyordunuz.”  

 Edward’ın gruplarda yaptığı ziyaretlerle ilgili söylediği bu sözlerin tamamının altı çizili. Duyulduğumuz anda ya da diğerinin derin hikayesine sahip olduğumuzda gerçek bir bağ kurmuş oluyoruz. Bu bağ yaşadığımızı hissetmemizi sağlıyor. Bizi biraz daha kendimiz, biraz daha gerçek yapıyor. 

 Anlamamız gereken en önemli şeylerden biri de bizim için neyin en önemli olduğu! Aksi halde köşeli hapishanelerimizin birinden bir diğerine koşarken kaçırdığımız şey koskoca bir hayat olmaz mı? Otomatik Portakal’ın yazarı Anthony Burgess’e 42 yaşındayken bir beyin tümörü yüzünden yalnızca 1 yıl ömrü kaldığı söylenir. Burgess bu 1 yılı yazarak geçirmeye karar verir. Eşi o öldükten sonra maddi sıkıntı yaşamasın diye. Bir yazar için oldukça üretken bir bir yıl yaşar. 12 ay içersinde 6 roman yazar ve teşhisin yanlış olduğu anlaşılır. Sonrasında uzun yıllar yaşar. 

1 yıl ömrünüz kaldığını öğrenseniz o bir yılı nasıl yaşardınız? Ne önemli olurdu sizin için? 

 Bir uçağın içindesiniz,  aniden bir boşluğa düşer gibi sarsılıyor ve durumu anlamak için hostesin yüzüne bakıyorsunuz. Rahatsa siz de rahatlayacaksınız ama  onun yüzündeki korkuyu çok net okuyorsunuz ardından pilotun soğukkanlı anonsu uçağın 30 dakika içinde düşmüş olacağını söylüyor. Birazdan muhtemelen öleceksiniz ve kalan zamanda sevdiklerinize bir mektup bırakacak kadar vaktiniz var ve mektuplar kara kutuda toplanacak. Hayatın film şeridi gibi hızla gözünün önünden geçerken sevdiklerine not bırakmak!

Şimdi bir kağıt bir de kaleme ihtiyacınız var. Uçağınız düşmeden önce sevdiklerinize bir not bırakın. Kızgın ya da kırgın olduklarınıza da. Sahi neymiş sizin için önemli olan?

 Her gün biraz ölür gibi dopdolu, upuzun, capcanlı ve gönül huzuruyla uyuyabildiğiniz bir hayat dilerim. 

Sevgiyle Kalın

 

 

 

 

 

 

Yorumlar