ESKi VE YENİ YOK, PROUST VAR

 Marcel Proust’u Proust yapan, olgunluk çağını sürmekteyken, çaya batırdığı kurabiyelerin damağında bıraktığı tat olmuştur. Bu tat, Proust’un çocukluğunun tadı, kokusu, anısıdır ve o bu tattan yola çıkarak “Kayıp Zamanın İzinde” isimli dev eserini oluşturacaktır.

 Bazı tatlar ve kokular hiç silinmez, bazı anlar göz önünden hiç gitmez...

 Gözlerimi kapatıp düşündüğümde, yoğun bir karanfil kokusu duyumsuyorum. Çok yakınlarımdan ruhuma ilişen iyot esintisi, sımsıcacık bir dokunuş, tramvayın çanı, 70’lerden kalma melodiler ve sorgusuzca adım atılan yarınlar, hiç aklımda yokken...

 “Hikayesi olan her şeyi çok seviyorum” dediğimi anımsıyorum. Köşkleri, arabaları, oyuncakları, incecik camdan meşrubat bardaklarını, şiirleri ve bazı filmleri. İnsanlar antikalara neden onca para verirler? Eski olan her şey değerli midir?

 Şu sıralar “Yeni normal” konuşulurken ben, “eski normal”de geziniyorum. “Normal” denince aklıma kıymetli Bülent Ortaçgil’in şarkısı gelir.

“Peki ya havalar? Valla gayet normal

İşler dedim, gidişler dedim. Hepsi normal

Peki dedim ya sen, ben? Dedi ki normal

Peki biz, ikimiz? Valla gayet normal

Halimiz dedim. Ne dese beğenirsiniz? Normal

Ooo biri anlatsın hemen, nedir bu normal?

Ooo canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?”

 Peki nedir bu “normal”?

Sözlük tanımı “alışılagelene, kurala uygun olan, şaşılacak bir yönü bulunmayan, olağan, doğal”dır. Fransızca “norm” sözcüğünden türemiştir. “Norm” ise “hemen her kültürde toplumsal düzeni sağlamak ve korumak adına oluşturulmuş yerleşik davranış kuralları”dır. Örneğin; İskoçya’da erkeklerin etek giymesi normalken, Türkiye’de yadırganır. Normlar toplumdan topluma farklılık gösterebildiği gibi, aynı toplum içinde de zamanla dönüşebilir.


Pandemi süreciyle birlikte “yeni normal” tabiri de taşındı hayatlarımıza; ben özetle “alışılagelmişin dönüşümü” demeyi tercih ediyorum.

Dolayısıyla, benim için “eski” ve “yeni” yok... “Normal” ve “anormal”in bendeki en keskin ayrımı “değerlerimiz”. Her birimiz, ait olduğumuz zamana, aileye, topluma dair değerler taşıyoruz. Ve arka planda değerlerimizi oluşturan ise “duygularımız”. Bizim olaylara, kavramlara, kişilere yüklediğimiz duygular. Tıpkı Proust’ta olduğu gibi; tatlarla, kokularla, dokularla yaşanmışlığımıza işlemiş tüm duygular değerlerimizi, değerlerimiz bireysel ve toplumsal normlarımızı oluşturuyor. Eski ve yeni ayrımı bu noktada buğulanıyor...

Biz, değerlerimize sahip çıkarak “zaman” denilen yaşam parçacığında “dönüşüyoruz”. Dönüşüm “an”lıktır. Ve hayat “anların toplamıdır”...

Yorumlar