İnsanın yuvası Afrika kıtası mı?
Afrika’da bulunan bir Taş Devri yerleşiminde yapılan araştırmalar, modern insanların tek bir kökenden evrimleştiği fikrine meydan okuyor. Yapılan DNA incelemeleri, insanlığın tek bir bölgeden değil, Afrika’nın tamamından yayılmış olabileceğine işaret ediyor.
Abone olGüney Afrika’daki bir kumsalda bulunan ve bir çocuğa ait olan 2
bin yıllık kemikler, modern insanların Kuzeydoğu Afrika’da yaşamış
tek bir atadan geldiği iddiasına karşı sağlam kanıtlar sunuyor.
Omo Kibish’te ve Etiyopya’nın farklı yerlerinde bulunan fosillere
dayanan bu eski teori, modern insanların ortaya çıkışlarını
yaklaşık 180 bin yıl öncesine dayandırıyor. Bununla birlikte, Güney
Afrika ve İsveç’teki bilim insanları yeni gerçekleştirdikleri DNA
incelemelerinde, bulunan erkek çocuğun atalarının genetik olarak
diğer insan gruplarından ayrılmış olduğu zamanı hesaplamak için
kemikleri bir “moleküler saat” gibi kullanarak, modern insanların
260 bin ila 350 bin yıl önce var olduğu görüşünü ortaya
koydular.
Modern insanların ortaya çıktıkları tahmin edilen tarihin en az 100
bin yıl geriye gitmesi, geçtiğimiz haziran ayında yayınlanan ve
Fas’taki Jebel Irhoud arkeolojik kazı bölgesinde bulunan insan
kalıntıları ve diğer buluntulara ilişkin yaklaşık 300 bin yıllık
tarihlendirmeyle de kabaca uyumlu görünüyor.
KITANIN TAMAMI İNSANLARIN EVİ
Yeni bulgu, yalnızca Kuzeydoğu Afrika bölgesinin modern insanlığın
“beşiği” olmadığını, aslında bütün Afrika kıtasının insanlık için
bir yuva olduğu hipotezini de inanılır kılıyor.
İsveç’teki Uppsala Üniversitesi’nden Carina Schlebusch, Science
dergisinde yayınlanan yeni araştırmasında “Tarih öncesi insanların
Homo Erectus’tan Homo Heidelbergensis’e ve modern insanlara geçiş
aşamasının, Afrika’da birden fazla yerde gerçekleşmiş olabileceği
düşüncesi, hem genetik hem de arkeolojik açılardan bu noktada
birleşiyor,” diyor.
Schlebusch, bir zamanlar ‘Afrika Dışı’ hipotezi ile rekabet
halindeki eski ‘çok bölgelilik’ teorisinin çöküşünden dolayı, bilim
insanları tek kökenden gelme fikrinin alternatiflerine karşı henüz
tereddüt içindeler, diyor. Farklı modern insan gruplarının
dünyadaki eski hominin (insansı) gruplarından evrimleştiğini ileri
süren bu teori, DNA analizlerinin gösterdiği kadarıyla, dünyanın
diğer bölgelerindeki Homo Sapiens fosillerinin genetik açıdan
birbirleriyle Afrika’daki insanlardan daha yakın olduklarını ve
bağımsız olarak gelişmediklerini ifade ediyordu.
Schlebusch, “Çok-bölgeli teori, dünya nüfusunun nasıl oluştuğunu
açıklama noktasında yanlıştı,” diyor. Öte yandan, insanların
Afrika’da nasıl evrimleştiği konusunda haklı olabilir.
Potansiyel açıdan tarihi değiştirebilecek böylesi kanıtların, Güney
Afrika’nın KwaZulu-Natal bölgesindeki bir kumsalda bulunan ve
“Ballito Körfezi A” diye adlandırılan taş devri çocuğunun
kemiklerinde keşfedilmesi beklenmiyordu. Sıcak, nemli bir
yarı-tropik iklimde kum, tuz, su gibi elementler ve farklı hava
koşullarına maruz kalan kemikler, DNA analizi için sağlam veriler
sunmayabilir.
Schlebusch, “Mağaralardan toplanan diğer numuneler hakkında daha
fazla umutluyduk,” diyor. “Mağaralar genellikle daha iyi koşullar
sağlar; çünkü iklim oldukça sabit ve serindir, bu nedenle DNA
bozulmaz. Ancak bu örnekler bir şekilde bize bilgi sağladı,”
diyor.
TAŞ DEVRİ ÇOCUĞU GÜNEY AFRİKALI
Arkeolojik buluntuları desteklemediği göz önünde bulundurulduğunda,
taş devri çocuğu hakkında kesin anlamda bilinen tek şey, genlerinin
bize sağladığı bilgiden ibaret: Güney Afrika’nın ‘Khoe-San’
halklarından ‘San’ kabilesinin bir üyesi. Göründüğü kadarıyla
avcı-toplayıcı bir yaşam sürdürüyordu ve dilsel bağlamda San dilini
kırsal tarımın göçebe bir formunda yaşayan ‘Khoe’ kabilesinin
diliyle harmanlayan bir aksanla konuşuyordu.
Khoe-San alt dalı, yalnızca Avrupalılar ve Asyalılardan değil,
diğer Afrikalılardan da genetik açıdan farklıdır. Araştırmalar,
onların en eski ortak Homo Sapiens atalarımızdan erken tarihte
ayrılan modern insanların bir dalı olduklarını gösteriyor.
Günümüz bilimi açısından Ballito Körfezi’ni özel kılan nokta ise,
görece genetik açıdan “saflığı”; yani, ataları diğer insan
gruplarının üyeleriyle diğer dallardan daha az üreme ilişkisi
yaşamış.
Bu durum, Schlebusch ve meslektaşlarının DNA’yı bir ‘moleküler
saat’ gibi kullanmalarına, diğer fosillerin DNA’larıyla
karşılaştırmalarına ve ortak bir atadan çeşitli mutasyonların
evrimleşmesinin ne kadar zaman alacağını tahmin etmelerine olanak
sağladı.
DNA ilişkilendirme hatasız bir işlem değil. Bir kuşaktan diğerine
geçişin, ayrıca her bir kuşağın ne kadar zamanda gerçekleştiğine
ilişkin ‘genetik mutasyon’ oranına dair tahminlerde bulunmayı
gerektiriyor.
Eski DNA’lar alanında dünya çapında tanınan bir araştırmacı olan ve
Güney Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nde çalışmalarını
sürdüren Alan Cooper, “Moleküler saatlerin, özellikle de modern
veya yakın-modern genetik bulgular incelenerek hesap yapıldığında,
işe yaraması çok zor. Mutasyon oranına ve oluşum zamanına ilişkin
daha isabetli tahminler, bu tarihleri oldukça büyük bir aralıktan
dar bir süreye indirebilir,” diyor.
Bu açıdan, “çok uzun tarih aralıkları hakkında biraz temkinli”
olmakla birlikte, Schlebusch ve meslektaşları tarafından yapılan
araştırmanın kesinlikle ilgi çekici olduğunu ifade eden Cooper,
“Tarihlendirmeyi daha ziyade ‘heyecan verici’ olarak kabul etsek
dahi, insanın genetik çeşitliliğinde daha önce bulunanlardan önemli
derecede derin genetik bölünmeler olduğunu ve Güney Afrika’da
yaşanan evrimin tarihinde daha merkezi bir rol oynadıklarının
düşünülmesi gerektiğini gösterdiler,” diyor.
Schlebusch, mutasyon oranı ve nesillerle ilgili öngörülerinin
tartışmaya açık olduğunu kabul ediyor; ancak DNA tarihleme
sonuçlarının göreli ölçekte ve diğer araştırma dizileriyle birlikte
ele alındığında hâlâ değerli olduğunu ifade ediyor: “Gerçekten de
Afrika’da yürütülen eski DNA çalışmalarına büyük bir katkı
sağlayacağını düşünüyorum. Tarih öncesi insanların modern insanlara
nasıl evrildiğini görmek amacıyla paleontolojik ve arkeolojik
tahminler yürütebileceğimiz bir aşamaya ulaştık.”