Anasayfa /  Güncel

Yeni başlangıç mı, bir devrin sonu mu?

ABD’de yeni yönetimin Japonya ile ittifakı nasıl şekillendireceği konusu Asya-Pasifik politikaları için de büyük önem taşıyor.

Abone ol
Abone ol 02 Ocak 2017 10:23

KUALA LUMPUR - Mehmet Özay - Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin, II. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren Japon saldırısının gerçekleştiği Pearl Harbor limanına yaptığı ziyaret, ABD-Japonya ilişkilerinde halen var olduğu anlaşılan yaraların onarılması anlamı taşıyor.

Abe’nin bu ziyaretini, tek başına değil, ABD başkanı Barack Obama’nın 27 Mayıs’ta Hiroşima Anıtı’nı ziyaretiyle birlikte ele almak gerekir. Bu bağlamda ziyaretlerin, önümüzdeki süreçte mevcut ittifakın yeni bir seviyeye çıkartılması gibi alanları kapsadığı anlaşılıyor.

Pearl Harbor öncesi: "Asya Asyalılarındır"

Öncelikle Pearl Harbor’a nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda var: 1930’lu yıllardan itibaren 'Büyük Asya' idealini güçlü bir şekilde ortaya koymaya başlayan Japon İmparatorluğu’nun, Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarına nüfuzunun arka plânında, sadece bölgesel bir güç olma hedefi yatmıyordu. Aksine, bölgede yüzyıllar boyunca egemenlik kurmuş İngilizler ve Hollandalılar gibi Avrupalı sömürgeci ulusları Asya topraklarından çıkarmayı amaçlıyordu. Bunu da "Asya Asyalılarındır" politikasıyla, bölge halklarına yönelik bir propaganda ile gündeme getirerek, hem onlardaki ‘bağımsızlık ruhunu’ geliştiriyor hem de kendi bölgesel yayılmasının önünü açıyordu.

Doğu ile Batı’nın küresel ölçekteki çekişmesinin nihai noktası olarak kabul edilebilecek bu savaşta Japonya, Avrupalı ulusları yerli halkların desteğiyle bölgeden çıkartmakla sınırlı kalmayan bir strateji izledi ve petrol ambargosu uygulayan ABD’nin Pasifik kuvvetlerinin bulunduğu Pearl Harbor’a sürpriz bir saldırı düzenleyerek ABD’yi karşısına alma cüretini gösterdi. Pasifik kuvvetlerinin merkezini vuran Japonların, bu süreçte Doğu ve Güneydoğu Asya topraklarındaki varlığı pekişeceği gibi, aynı süreç belki de İngiliz sömürgeciliğinin merkezi konumundaki Hindistan’a yol alabilecek bir girişim imkânını da içinde barındırıyordu.

Bombaların ürettiği ittifak

Obama ve Abe’nin iki ulus için savaşın dönüm noktaları olan iki mekâna yaptıkları ziyaret, hiç kuşku yok ki bir yanıyla tarihe düşülmüş bir not iken, öte yanıyla da iki ülke arasındaki yakın ittifakın 75. yılına saygı anlamı taşıyor. Bu ‘saygının’, geçmişteki küresel güç savaşında hayatını kaybedenlere matuf bir yönünün olmasına rağmen, iki taraf da gerçekleştirdikleri sembolik ziyaretlerde ‘özür’ konusunu gündeme getirmekten imtina ettiler.

Liderlerin ağzından çıkacak bir özür ifadesi, her iki devlet için de dün yapılanların yanlışlığını ortaya koyacağından, bundan özellikle kaçınıldığı açık. Bununla birlikte, önce Obama'nın, ardından da Abe’nin ‘anıtlara’ yaptıkları bu ziyaretlerin, iki ulusun arasındaki psikolojik bariyerin aşılmasına bir katkı sağlayacağını düşünmek mümkün. Japonların 1941 Pearl Harbor baskınından sonra, ABD’nin 1945’de Hiroşima ve Nagazakiye’ye atom bombası atması, iki devletin ilişkilerini tümüyle koparacağı yerde, aksine Japonya’nın ABD için vazgeçilmez ve çok önemli bir müttefik olmasına, savaşın mağlubu ve eli kolu bağlanmış Japonya’nın ise ABD’ye bağımlı olmasına yol açmıştı.

Öte yandan bu ziyaretlerin, yeni küresel dengelere gebe günümüz şartlarında, ABD-Japonya ittifakının harcını daha da karma gibi bir yönü de bulunuyor. Bu nedenle, hiç kuşku yok ki bu vesileyle üzerinde durulması gereken diğer bir konu, ABD-Japonya arasında 20. yüzyılın ikinci yarısında geliştirilen boyutuyla siyasi ve askeri ittifakın, bu yüzyılda da yeni evrelere taşınıyor olduğu hususudur. Bu noktada, anıt ziyaretleri gibi sembolik anlamı öne çıkan bir inisiyatifin, görev süresi bitmekte olan Obama yönetiminin Asya-Pasifik politikalarıyla eş güdümlü olarak yerine getirildiğine kuşku yok. İki halkın birbirini daha yakından anlayabilmesi ve empati kurabilmesi ve böylece bölge ve dünya barışına bir katkının ortaya konulması, özellikle birbirlerine hasım olma noktasına gelmiş komşu ülkelere ABD-Japonya işbirliğinin gayet dinamik olduğu ve bunun yakın ve orta vadede bölgedeki gelişmelere göre yeni yapılanmalara konu olabileceği gibi hususları hatırlatmasıyla da dikkati çekiyor.

Trump ile belirsizliğe doğru

Bununla birlikte, ABD’deki seçim sonuçlarının, neredeyse tüm ABD politikalarında olduğu gibi, bu alandaki belirsizlik ve şüpheleri de öne çıkardığı gözlemleniyor. Bu nedenle, ABD başkanı Barack Obama Mayıs ayında Hiroşima’yı ziyaret ederken "Japonya ile ittifak ilişkisinde ABD’nin payına düşen sorumluluğu azaltacağını ileri süren Donald Trump’ın Kasım ayındaki zaferini öngörmüş müydü" sorusu gündeme getirilebilir. Trump’ın genel olarak Asya’ya ve özelde Japonya’ya yönelik dış politikasında değişikliğe gideceği mesajı, ABD’de yerleşik ilişkileri savunan çevreler kadar, Japon yönetimince de yakından ve kaygıyla takip ediliyor.

Abe hükümeti her ne kadar 1889 Meiji Anayasası’nın ABD tarafından 1947 yılında revize ettirilip bizzat ‘yazdırılan’ ve Japonya’nın uluslararası anlaşmazlıklarda ordu güçlerini tehdit bağlamında dahi olsa harekete geçiremeyeceğini ve savaş ilânında bulunamayacağını konu alan 9. maddesini ‘gözden geçirme’ kararı almış ve ulusal güvenlik konusunda pro-aktif bir politika izleyeceğini açıklamış olsa da Japonya’nın, bölgedeki potansiyel hasımları karşısında kendine yetecek bir savunma gücü teşkil ettiğini söylemek güç. Bu nedenle Trump’ın, Güney Kore’yle birlikte Japonya’nın askeri yapılanmasına ve harcamalarına ABD’nin maddi katkısının azaltılacağını açıklamış olması, ABD-Japonya ilişkilerinde yeni bir döneme mi girileceği sorusunu akıllara getiriyor.

Asya-Pasifik’de yeni aktörler ve nükleer tehdit

Obama’nın başkanlığının son aylarında, bu ziyaretler vesilesiyle gündeme getirdiği Japonya ile ilişkilerin geliştirilmesi konusu, sadece ulusal savunmasını ABD’ye teslim etmiş Japonya için önem arz etmiyor. Bunun ötesinde, komplike bir ilişkiler ağı bulunan ve Avustralya, Rusya ve Hindistan gibi yeni aktörlerle daha da karmaşıklaşabilecek bir süreçten geçen Doğu ve Güneydoğu Asya’daki ABD varlığı için de kayda değer bir durum ortaya koyuyor.

Trump ve kabinesinin Doğu ve Güneydoğu Asya bölgesindeki gelişmeleri bu perspektiften ele alıp almadığı konusu henüz belirginlik kazanmış değil. Ancak Trump’ın seçim zaferinin akabinde, özellikle Trans-Pasifik İşbirliği Anlaşması’na (TPAA) yönelik reddiyeci tutumu üzerine, Abe’nin Trump’la 17 Kasım’da gerçekleştirdiği uzun görüşme ve sonrasında Japon hükümetinin bölgede TPPA’ya alternatif yapılanmalara kapı aralayabilecek girişimlerde bulunması, ABD’nin bölgede muhtemel bir ‘gerileme’ göstermesi durumunda yeni aktörlerin bölge ilişkilerini yapılandırmaya yönelik icraatlar ortaya koyabileceğini gösteriyor.

Obama’nın Hiroşima Barış Anıtı’na yaptığı ziyaret sırasında yaptığı konuşmada kullandığı "Nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya" söylemi kulağa hoş geliyordu. Ancak bugün başkanlık koltuğuna oturma hazırlığı yapan halefi Trump, Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in bir nükleer yarışa gönderme yapan yaklaşımına, bu yarışı teyit eden tehditkar bir karşılık verdi. Putin Ekim ayında bir nükleer saldırı ihtimaline karşı sivil savunma hazırlığı yaptırmış ve nükleer savaşa hazırlık söylemini gündeme sokarak nükleer çalışmalara devam edilmesi gerektiğini açıklamıştı. Örneğin Washington Post, geçen hafta, iki liderin nükleer silah yarışının yeniden hızlandırılması konusunda hemfikir olduklarını gündeme taşıdı.

Putin ile Trump arasındaki nükleer başlıklı füzeler polemiğinin bir süre daha çok konuşulacağına şüphe yok. Ancak, salt ‘nükleer’ sözcüğünün bile Japon halkı üzerinde yarattığı olumsuz etki dikkate alındığında, iki liderin bu söylemi karşısında Japon Başbakanı Abe’nin ve Japon hükümetinin nasıl karşılık vereceği merak konusu. Yukarıda dile getirildiği üzere, Abe’nin ülke savunmasında gösterilen ‘pasifist’ yaklaşımdan vazgeçilmesi konusunda 2012’den bu yana sürdürdüğü politikada, işin nükleer yapılanmaya kadar varıp varmayacağını zaman gösterecek.

Açıkçası nükleer konusu, Japon yönetimi için son derece karmaşık bir husus olmaya da aday. Kuzey Kore’nin son dönemdeki füze denemelerinin Japonya için bir tehdit unsuru olduğuna kuşku yok. Buna ilâve olarak, bölgede zaten önemli bir aktör olarak yer alan Çin’in ardından Rusya ve Hindistan faktörlerinin de devreye girmesi karşısında Japonya, yeni ittifaklar arayışında olacaktır. Başbakan Abe, Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin 11 Kasım’da yaptığı Tokyo ziyaretinin de gösterdiği gibi, bu tür bir arayışın sinyallerini vermeye başladı.

ABD ve Japonya arasında II. Dünya Savaşı’nda yaşananlar, 20. yüzyılın geri kalan uzun döneminde iki ülke ilişkilerinde belirleyici olan güçlü bir ittifak ortaya çıkardı. Bu ilişki, Obama yönetiminin 21. yüzyıl "Asya Çağı"nda gerçekleştirmek istediği yeni açılımlara matuf bir yön de içeriyor/du. Önce Obama, ardından Abe’nin savaşın anısını taşıyan mekânlara yaptıkları ziyaretler, bu açılımların sembolik göstergeleridir. Yeni yılla birlikte, ABD’de yeni yönetimin Japonya ile ittifakı nasıl şekillendireceği konusu, Asya-Pasifik politikaları için de büyük önem taşıyor.


Yorumlar